Şanlıurfa, sadece bir şehir değildir. O, sabah ezanıyla uyanan taş sokakların, akşam güneşiyle kızaran surların, her köşesinde bir hatıranın sessizce beklediği kadim bir beldedir. Bu şehirde yürürken insan sadece yol almaz; geçmişle, dua ile, sabırla harmanlanmış bir zamanın içinde yavaşça ilerler.
Balıklıgöl’ün sularında yankılanan sükûnet, sanki yüzyıllardır aynı hikâyeyi fısıldar: Sabır, teslimiyet ve umut… Gökyüzüne uzanan minareler, Harran’ın konik kubbeleri ve Halfeti’nin hüzünle gülümseyen suları, Urfa’nın sadece bir coğrafya değil, bir ruh olduğunu anlatır bize.
Bu şehirde acı da sevinç de derindir. Bir sıra gecesinde yükselen türkü, bir annenin evladına yaktığı ağıt, taş duvarlara dokunan bir çocuk eli… Hepsi Urfa’nın kalbinde yankılanan sessiz bir duadır. Her sokak başında bir hikâye, her kapı önünde bir bekleyiş vardır.
Şanlıurfa, biraz hasret, biraz sabırdır. Göçle uzaklara savrulan evlatların, bayramlarda memleket özlemiyle nemlenen gözlerin adıdır. Ama ne kadar uzaklaşılırsa uzaklaşılsın, Urfa insanın yüreğinden silinmez. Çünkü Urfa, insanın doğup büyüdüğü yer değil; insanı büyüten, şekillendiren, ruhuna dokunan yerdir.
Ve belki de bu yüzden…
Şanlıurfa’yı sevmek, bir şehri değil, bir hatırayı sevmektir.
Bir kokuyu, bir sesi, bir çocukluğun en saf anlarını sevmektir.
Urfa, sen susarak bile konuşan, bakışıyla bile insanı saran, taşında bile merhamet saklayan kadim bir sevdasın.